1 Nisan 2010 Perşembe

ERKİN KORAY'la yaşamak..

İlk Yayınlanma Tarihi : 20 Haziran 2009


Dünyaya çok nadir gelen insanlar vardır. Her insanın mevcudiyeti zaten başlı başına bir mucizeyken, herkes milyonlarca kişinin koştuğu bir maratonun galibi olarak hayata merhaba demiş iken, bu insanlar mucizeyi öteye taşırlar ve efsaneleşirler. Erkin Koray, halkının ona verdiği isimle Erkin Baba işte böyle bir insandır.

Zamanın yaşanan kısmına değil de ilerisine, ötesine taşabilen kaç kişi vardır? Bu, Erkin Baba için klişe bir yakıştırmadır ama öylesine gerçektir ki..


80'li yılların sonlarına doğru tanıdım Erkin Koray'ı. 60' lı yıllarda yaptıklarıyla 80'lerin karanlık müzik koridorlarını çoktan aydınlatmıştı bile Erkin Koray. Bir süre ayrı yaşadığı memleketine "Hay Yam Yam" albümüyle dönen Erkin Koray, bana "altın değilsin ki seni gömüp çıkarsınlar" diyordu. Anı yaşamaya dair çok kuvvetli bir manifestoydu bu. Sonra acımasızca soruyordu: "sen ne yapmak istiyorsun Allah aşkına?".




Dayımın İzmir Fuarı'na gidebilmek için bir kısmını satarak harcadığı hazinenin son akçelerinde buldum plaklarını Erkin Koray'ın. Dinlediğim her 45'lik sanki o ana kadar ruhumda karşılığını bulamamış bir boşluğu dolduruyordu. Her keşfedilen şarkı, sanki hep içimizden geçip de kelimelere dökemediğimiz, utanıp da söyleyemediğimiz duyguları, özlemleri dile getiriyor; kendimizi tanımamıza, yaşadığımız dünyayı sorgulamamıza ve yaşamı bir kat daha sevmemize yol açıyordu.

Şu an 2009 yılına dönüp de Erkin Koray nasıl bir müzik yapar diye sorduğumda buna net ve doyurucu bir yanıt veremiyorum. Rock'n Roll öğeleri içeren, tamamen öze dönük, Türkçe, psychedelic (sanki bir sanrı görüyormuşcasına), kopyası olmayan, son derece özgün, enstrümanı batıya yüreği doğuya açık bir müzik: Erkin Koray müziği..

Dinamik, icatçı, yenilikçi ve baştan savma olmayan; bir o kadar gerçek ve samimi sözler, ezgiler ve duygular.


Erkin Koray ile aynı zaman diliminde yaşamak, ancak yarı ömür dilimi kadar faz farkıyla dünyaya gelmek, insanda değişik duygular uyandırıyor. Rengarenk bir gökkuşağını yakalamış olmak kadar heyecan; ancak birkaç dakika sonra kaybolacağını düşünmek kadar endişe verici bir duygu...

Bana göre;
"sevince" yi dinlemeyenin yüreğinde kelebekler kanat çırpmamıştır,
"çöpçüler" i, "fesuphanallah" ı dinlemeyen hiç sitem etmemiştir,
"seni her gördüğümde" demeyen hiç söz vermemiştir,
"sarhoş gibiyim" i dinlemeyen ayrılık acısını gönül tasından hiç içmemiştir,
"hay yam yam" ı "hayat katarı" nı dinlemeyen hiç hayatı sorgulamamıştır,
"sayın arkadaşım Osman" ı dinlemeyen hiç öğüt almamıştır,
"Cemalim" i "Halimem" i dinlemeyen elektronik türküyle hiç tanışmamıştır,
"öyle bir geçer zaman ki", "akrebin gözleri" ve "tik tak" ı dinlemeyen hayatın an be an elimizden kayıp gitmekte olduğunu hiç kavrayamamıştır,
"mor yoğurt görmeyen" her ne kadar anladım dese de bu hayattan hiçbir şey anlayamamıştır,
"öfke" yi dinlemeyen içindeki gerçek öfkeyi de hiç dinlememiş demektir,
"mesafeler" i dinlemeyen zamanın uçurumları arasında hiç koşar adım mesafe katetmemiştir,
"yağmur" u dinlemeyen hiç cama vuran damlalarla harap olmamıştır,
"razıyım" ı dinlemeyen yalnızca bir güleryüze hiç razı olmamıştır,
"tamam artık" ı dinlemeyen hiç kendine kızmamıştır,
"karlı dağlar" ı dinlemeyen hiç çaresiz kalmamıştır,
"arap saçı" nı dinlemeyenin hayatı hiç çözülmeyecek kadar karışmamıştır,
"yolcu yolunda gerek" demeyen, hiç sevgiliyi severken terketmek zorunda kalmamıştır,
"dost acı söylermiş" i dinlemeyen hayatında hiç dobra olmamıştır,
"krallar" ı dinlemeyenin yüreği hiç coşkuyla kabarmamıştır,

...Ve
"çetin ceviz" i dinlemeyen, doğu - batı sentezi bu kadar uyumlu nasıl yapılırmış hiç şahit olmamıştır.

Sevgili Erkin Baba;
Sana müzik, sanat ve gurur dolu uzun bir ömür diliyorum.

Sevgi ve Saygılarımla,


Bir İzmir Hatırası / Mayıs - 1992

Efes World Cup 8: Türkiye – Hırvatistan

İlk Yayınlanma Tarihi: 27 Ağustos 2009



Bu yıl sekizincisi düzenlenen Efes World Cup Ankara’da başladı. Almanya, Büyük Britanya, Makedonya, Hırvatistan, Letonya ve ev sahibi olarak Türkiye’nin katıldığı turnuvaya kötü bir başlangıç yaptık. Dişimize göre tek rakip olan Hırvatistan’a aynı şampiyonanın geçen seneki ayağındaki gibi yine yenildik.

Hırvatistan her zaman olduğu gibi Avrupa basketbolunda söz sahibi, güçlü ve disiplinli takım hüviyetinde çıktığı maçı almasını bildi. Özellikle ilk çeyrekteki kötü savunmamız, daha baştan koparabileceğimiz maça Hırvatistan’ı ortak etti ve periyotları hep geride kapadık. Maçın teknik analizini bir kenara bırakıp göze takılan noktaları ve maçın kırılma noktalarını konuşalım. Türkiye, dış şutlara bağımlı, fast-break yapamayan ve set hücumunda içeriden oynayamayan geleneksel oyununu kırmış bir görüntü sergiledi. Oğuz Savaş ve özellikle Semih Erden ile çok güzel sayılar bulduk. Ancak bu sefer de bir başka kriz baş gösterdi. İyi savunmacı ve reboundcularımız var, iyi oyun kurucularımız var ama korkmadan ve kendine boş alan yaratarak şut çekecek şutörlerimiz yoktu. Ömer Onan tüm iyi niyetine rağmen bu açığımızı kapatamadı. Hidayet Türkoğlu ise sıkı markaj altında çok fazla şut imkanı bulamadı, buldukları ise zorlama atışlardı. Ersan ve Sinan’da skoru değiştirecek şutları bulamadılar.

Bu tür turnuvalarda maçların kırılma noktaları oluyor ve bu fırsatları iyi değerlendirmek gerekiyor. Dün gördük ki, Milli Takımımızın faul yüzdesi yine başımıza dert açacak gibi. Ömer Aşık’ın aynı dakika içerisinde ve 54 – 51 öndeyken kaçırdığı 3 faul atışı belki de oyunun kaderini değiştirdi, Hırvatistan’ın kırılmak üzere olan direncini yeniden güçlendirdi.
Hırvatistan’ın hücum süresinin dolmasına iki saniye kala aldığı mola sonrası yediğimiz akıl almaz basket bu maçın elimizden kayıp gideceğinin kötü habercisi gibiydi. Kerem Tunçeri oyun kurduğu zaman oynadığımız hızlı basketbola ihtiyacımız var. Engin Atsür çok iyi bir oyun kurucu ancak oyunu sete yerleştirmeye çok meyilli. Dün bana göre bekleneni veremeyen oyunculardan biri de Barış Hersek’ti. Pota altında yeterince etkili olamadığını düşünüyorum.
İyi yapılan şeyler yok muydu? Vardı: Özellikle üçüncü periyodun ortasından itibaren yaptığımız iyi savunma birçok kereler Hırvatistan’ın hücum süresi içerisinde şut kullanamamasına sebep oldu.

Türkiye Basketbol Federasyonu, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapacak Türkiye, bu tür her organizasyonun bir sınav niteliğinde olduğu bilinciyle hareket etmeli. Maçların oynandığı Atatürk Kapalı Spor Salonu izlediğim en kötü salonlardan biriydi. Garip mimarisi, daracık ve tek bir yerden geçiş imkanı veren merdivenleri, oturma bloklarının tabelalarının asılmadığı için oturacağınız yeri bir türlü bulamadığınız kapıları (içeride tabelalar var ancak her seferinde bir kapıdan girip burası mı diye kontrol etmeniz gerekiyor) ile bu tür bir organizasyon için kesinlikle yeterli değildi. Oturma yerleri ile ilgili kaos yaşandı dün. Biletlerinde yazan oturma bloklarına göre oturmayan izleyiciler, biletlerdeki oturma gruplarını kontrol etmeyen, tanıdıkları için yer tutan izleyicilerle biletli ve vaktinde salona gelmiş izleyicilerin arasındaki haksız duruma müdahale etmeyen sözde görevliler seyir zevkini olumsuz yönde etkiledi. Bir kabul edilemez aksaklık da ulaşım ile ilgili. Bir ay öncesinden asılan ilanlarla bu organizasyonun olacağı belliyken, bilet satışlarından 4500 kişilik stadın tamamen dolacağı belli iken maç çıkışı izleyicilerin evlerine geri dönecek dolmuş ve otobüsleri bulamaması Ankara gibi bir başkente hiç yakışmadı. O zaman insan düşünüyor: Bunun neresi organizasyon?

Bugün (27.08.2009) Almanya maçımız var. Millilerimiz için yine önemli bir sınav. Maçın skorundan çok oynayacağımız basketbolu merak ediyorum. Umarım dünkü Hırvatistan maçını iyi analiz edip, hatalarımızdan ders çıkarıp, eksiklerimizi tamamlamışızdır.

Blanka Vlašić

İlk Yayınlanma Tarihi: 21 Ağustos 2009





Yüksek atlama atletizmin belki de en çok kişisel beceri gerektiren spor dallarından birisi. Her ne kadar belli bir tekniği olsa da; herkes eline ciriti alsa belli bir uzaklığa atabilir, mesafe koşularını yapabilir ancak yüksek atlama teknik gerektiren ve çok uğraşılar sonucu geliştirilebilen bir spor. Bu yüzdendir ki, gerek bayanlarda gerekse erkeklerde yüksek atlama her zaman en seyrine doyum olmayan yarışmalara sahne oluyor.

Ne yalan soyleyeyim, bayan yüksek atlama bana daha çok keyif veriyor. Bunun iki sebebi var. Bir kere uzun boylu, ince fizikli, güzel bayanların atlayışlarını izlemek çok daha estetik. Ama en önemli sebebi, bu dalın son yıllarda çok kuvvetli ve musabık sporculara sahip olması. Hırvat Blanka Vlašić, Alman Arienne Friedrich, Rus Anna Chicherova ve (şimdilerde aktif sporu bırakan) Belçikalı Tia Hellebaut her şampiyonada çok sürprizli yarışlar izletiyorlar bizlere.

Hırvat Vlašić 2006 sonundan itibaren üst üste girdiği 33 yarışmadan birinci olarak ayrıldıktan sonra en önemli yarışta, Pekin Olimpiyatları'nda 2.05'i geçmesine rağmen aynı yüksekliği ilk hakkında geçen Hellebaut'a geçildi ve olimpiyat şampiyonu olamadı.Berlin 2009 Atletizm Şampiyonası'nda ise, olimpiyat şampiyonu olduktan sonra stadyumlara veda eden Hellebaut'un yokluğunda Vlašić, Chicherova, Friedrich, Di Martino çok formdaydı ve bize yine unutulmaz bir final sundular. 1.87'den itibaren tüm yükseklikleri deneyen ve ilk hakkında geçen Vlašić, bazı yükseklikleri pas geçerek kayıpsız ilerleyen ve kendi seyircisi önünde yarışan Friedrich ilk iki sırayı alacak gibi görünürken çıta 2.02' ye çıktığında işler değişti. O ana kadar ilk haklarında yükseklikleri geçen bu ikili bu yüksekliği ilk haklarında geçemediler. Ama geçen biri vardı: Chicherova.Şimdi artık hem 2.02'yi geçmek gerekiyordu hem de bir sonraki yükseklik olan 2.04'ü.

Vlašić ikinci hakkında başarılı olunca, 3 hakkında da başarılı olamayan Chicherova ikinci sıradayken finale veda etti. Friedrich kendi seyircisi önünde büyük bir risk aldı ve 2.04'deki son hakkını pas geçerek 2.06'yı denedi ama başarılı olamayınca şampiyonaya bronz madalya ile veda etti. Dünya şampiyonluğunu garantileyen Vlašić, 1987'de Bulgar Stefka Kostadinova tarafından 2.09 ile kırılan 22 yıllık rekoru kırmak için çıtayı 2.10'a çıkarttı. Yarışma anı her ne kadar acımasız çekişmeye sahne olsa da, sporcular arasındaki dostluk görülmeye değerdi. Üçüncü olan ve atlayışlarında mutlak sessizlik isteyen Alman Friedrich, tempo tutulduğu zaman konsantre olabilen Vlašić'e dünya rekoru denemesi için tempo tutuyor ve tribünleri de ateşliyordu. Vlašić gözleriyle biraz sonra yapacağı rekor denemesinin her adımını hayalinde tasarlıyor ve engeli önce zihninde geçmeye çalışıyordu. İlk denemesi kılpayı başarısız oldu, diğer iki denemesi ise rekordan uzaktı. Tabii ki, şampiyonluğu garantilemiş bir sporcunun iki dakika öncesine kadar şampiyona stresini sonuna kadar yaşamasının ardından konsantre olması çok kolay değildi.

Şampiyonanın en çarpıcı yüksek atlamacılarından birisi de İtalyan Antoniette Di Martino'ydu. 185'in, 1.90'ın üzerindeki yüksek atlamacılara nazaran 1.69'luk kısa boyuyla mücadele vermeye çalışan atlet yarışmada 1.99'da kalarak 4 ncu oldu ancak kariyerindeki 2.03'luk en iyi atlayış ile aslında kendi çapında bir rekoru elinde tutuyor: Kendi boyunun 34 cm yükseğini geçebilen tek atlet olma rekorunu.Anlaşılan o ki, bayanlar yüksek atlama önümüzdeki yıllarda da süper yarışmalarla atletizm severlerin gönlüne taht kuracak.

19.19s... 19.19s... 19.19s...

İlk Yayınlanma Tarihi: 21 Ağustos 2009


Hayal mi, rüya mı, biri bizi çimdiklesin!

İki sene öncesine kadar 19.32 lik Michael Johnson'a ait 200m dünya rekoruna birileri bırakın kırmayı yaklaşacak desek inanmazdık. Çünkü 20 saniyenin altında koşabilen çok az atlet vardı. Ama Usain Bolt adındaki, alışılagelmiş sprinter kalıplarının çok ötesinde, uzun atlet kısa mesafe (sprint) koşularının tarihini değiştirdi. Önce 2008 Pekin Olimpiyatları'nda 9.69 100m ve 19.30' luk müthiş 200m rekorlarıyla; şimdi de Berlin 2009 Dünya Atletizm Şampiyonası'nda 9.58'lik rüya gibi 100m ve 19.19'luk inanılması zor 200m rekorlarıyla.



Yarışla ilgili Almanlar eminim ki önümüzdeki günlerde çok doyurucu istatistikler yayınlayacaklar ve atletizm yorumcuları da bu bilimsel verileri kullanarak çok güzel yazılar yazacaklar. Kimisi koşu boyunca attığı adımları sayıp ortalama bir adımının kaç metre geldiğini hesaplayacak, kimisi takozlardan çıkarkenki reaksiyon zamanını tartışacak, kimisi saatteki hızını km cinsinden hesaplayıp bilinen şehirlerarası bir mesafeyi kaç saatte gidebileceğinden dem vuracak, kimisi de 60.000$ şampiyona birinciliği ödülü ve 100.000$'lık rekor başına verilen ödülü toplayıp yarışma mesafesine bölüp Bolt'un adım başına veya koştuğu saniye başına ne kadar para kazanacağı konusunda gevezelik edecek. Ama şimdi biraz duralım ve bu insanlığı yücelten rekorların tadını çıkartalım.

Şimdi herkes, iki sene öncesine kadar hayal etmeye çekindiğimiz rekorların Bolt tarafından her seferinde daha inanılmaz derecelerle kırılmasını bekleyecek. Bu atletizm tarihinde çığır açan anlara tanıklık edebildiğim için kendimi ne kadar şanslı hissediyorum. Yıllarca 100m rekorunun 9.91 den 9.83 e, oradan 9.79 a salise salise kırılmasını büyük bir coşkuyla karşılarken şimdi 9.71 koşan bir sprinter yarışmada ancak ikinci olabiliyor. Ne müthiş!...

Usain Bolt'un insanları kendisine bağımlı eden bir başka özelliğine dikkat çekmek istiyorum şimdi de. Berlin Dünya Şampiyonası'nda Bolt'un ne kadar insancıl ve sempatik birisi olduğuna birkez daha şahit olduk. Kendine çok güvenen, kendisinin 1 numara olduğunu kameralara dile getiren Bolt rakipleriyle öyle güzel şakalaşıyordu ki. Bolt'u kah ısınma sahasında yalandan ağır çekim koşuyormuşcasına kameralara poz verirken, kah en yakın rakibi Spearmon'a hayali bir yumruk atıyormuş gibi oyun yaparken yakaladık. Dünya rekoru tabelası önünde rekoru eliyle işaret ederkenki klasik pozlarını, kendisine özel, gökyüzünü işaret eden hareketini çekmek isteyen foto muhabirlerini kırmayarak defalarca aynı pozu vermesini, kendisiyle röportaj yapmak isteyen basın mensuplarını kırmayarak hepsine olumlu yaklaşıp röportaj vermesini, ellerini sıkmasını çok güzel duygularla izledik.

Üzerine kendi eliyle çizdiği "ich bin ein Berlino" (ben de bir Berlino'yum) yazısıyla tarihe bir gönderme yaptı. Amerikan başkanı Kennedy Almanya henüz birleşmemişken Batı Almanya'ya gelmiş ve "ich bin ein Berliner" (Ben de bir Berlin'liyim) demişti. Usain Bolt, aynı sözü Atletizm Şampiyonası'nın sevimli maskotu Berlino için uyarladı. Berlin seyircisine yaptığı bu jest ile de hem gönüllere taht kurdu, hem de tarih bilgisi ve zekasıyla da çok yönlü bir insan olduğunu gösterdi.

Bu sempatik, güçlü, rekortmen ve daha çok genç sprinteri daha uzun yıllar boyu izlemek ve yeni dünya rekorlarına şahit olmak istiyoruz.

ZAMANsız şarkılar..

İlk Yayınlanma Tarihi: 31 Temmuz 2009




Kimi zaman geçmek bilmeyen, uzadıkça uzayan, eziyet eden, her dakikası bir ömür tüketen; kimi zaman göz açıp kapayıncaya kadar çabuk, farkına varmadan, keşke ve eyvahlarla geçen zaman.


Hani saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, yıl, asır gibi herkesçe malum birimlerle ölçüldüğünü bilmesek değişken olduğuna yemin edebileceğimiz, ama bu duyguyu oluşturanın algılamamız olduğunu bal gibi bildiğimiz zaman.


Hani şu çocukken bir an önce büyümek için can attığımız, özgürlüklere kavuşturacağını, yasaklardan kurtaracağını sandığımız için çabuk geçmesini dilediğimiz; orta yaşa geldiğimizde ise bizi “nostalji” kavramıyla tanıştıran, nedense hayatımızda başımıza gelebilecek her güzel şeyin eskide kaldığını, yaşanmamış günlere fazla umut bırakmadığını düşündüğümüz zaman.


Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama geldiğimiz nokta sanırım hep aynı. Formül şu: “yaşam deneyimi ile yaşanılan zamanın kıymetini farkına varma, zamanla ters orantılı”. :)

Keşke bu orantısızlığın kefelerinden birisinde bulunan “yaşam deneyimi” “yaşam bilgisi” olsaydı da bu farkındalığa çocuk yaşta erebilseydik. Ama bu mümkün değil. Oysaki ilkokul ikinci sınıftan beri “yaşam bilgisi” dersi alıyoruz.




Dikkat ettim de zaman ile ilgili ne kadar çok şarkı var bizi saran.


Sezen Aksu öfkemizi soğutmak için “zaman sadece birazcık zaman, geçici bu öfke, bu hırs, bu intikam” demiş.


Erkin Koray neler dememiş ki…

“Zaman zaman ağlarım

Anladım ki boşa yanarım

Bir iltifat, bir gülüşe

Bir olmadık söze kanarım

Yazık olmuş, güller solmuş

Koklamakta çok geç kalmışım…”


“Öyle bir geçer zaman ki

Dediğim aynıyla vaki

Birden dursun istersin

Seneler olunca mazi

Öyle bir geçer zaman ki…”


“Akrebin gözleri zaman böyle geçerken

Bekleme boşuna, bekleme beni

Bir yerlerden gelip bir de giderken

Var olmak yok olmak ne fark eder ki?...”


İlhan İrem ne buyurmuş:

“İşte hayat yine akıp gidiyor

İşte hayat sensiz de yaşanıyor

İşte hayat böyledir deniyor

Zaman her şeyi siliyor / silmiyor / siliyor / silmiyor ?”


Ve Barış Manço (A.R.E.)

“Zaman akmıyor sanki saatler durmuş bugün

Sonsuz yalnızlığımda bir tek sen varsın bugün “


Ve Cem Karaca (A.R.E.)

“Durdu zaman durdu dünya girdi içeri kapıdan

Öylece bakakaldım gözümü ayırmadan”


Ve Fikret Kızılok (A.R.E.)

“Zaman zaman, zaman zaman ah o zaman”


Öyleyse Nejat Yavaşoğulları’nın da dediği gibi “dolu dolu yaşamak gerek, yarın yok ki?...”.


Dedim EVET.

EVET, EVET…

TERMINAL

İlk yayınlanma tarihi: 7 Temmuz 2009





Tom Hanks, Victor Navorski rolünde ülkesinden (Krakozhia) Amerika'ya gelip New York'u ulvi bir amaç uğruna ziyaret etme niyetinde olan ancak ülkesinde yaşanan bir askeri darbe sonrası pasaportunun geçersiz olması üzerine milliyetsiz kalması sonucu yasalar gereği havalimanında mahsur kalmasını anlatan muhteşem filmin başrolündeydi. Olgunluk yıllarının hakkını vererek oynadığı terminal filmi aslında gerçek hayattan alınma bir hikaye. Tabii ki Hollywood kriterlerine göre uyarlanmış.



Gerçekte, İran devrimi sırasında Fransa’nın Charles De Gaulle havalimanında benzer şekilde mahsur kalan ve havalimanında 18 yıl yaşayan Mehran Karimi Nessari’nin başına gelenleri konu alan filmde Tom Hanks bizlere o kaybolmuşluk, çaresizlik ve hayata tutunma duygularını çok ustaca yansıtarak iki saat boyunca başka bir dünyaya, terminal yaşamına götürüyor. Gerçekten de bambaşka bir dünya terminal. Hayattan daha hızlı akan, çok devingen, insanların aceleyle koşuşturduğu bir yaşam var terminallerde.


Bursa terminalinde yaşadıklarım bana nedense Hanks’in terminal filmini hatırlattı. Bir Pazar günü akşamüstüne doğru yapılan nikaha katıldıktan sonra dönmek zorunda olunan sisler şehri Ankara bir yanda seni beklerken, tüm otobüsler ertesi sabah makul bir saatte varabilmek için gece yarısından sonra hareket ediyorlardı. Bu yüzdendir ki Bursa Terminali’nde yaklaşık 5 saatten fazla bir süre yaşamak durumunda kaldım.




Küçük kısa adımlarla, ellerinde taşıyabileceklerinden fazla eşyalarla yol almaya, bir yerlere yetişmeye çalışan insanların telaşı, hareket etmek üzere olan otobüsüne binmeden önce yangından mal kaçırırcasına sigaralardan çekilen son nefesler, uğurlamalar, gülenler, ağlayanlar, gözyaşlarını içine akıtanlar.


Kısıtlı bir lügat ile çay-kahve satmaya çalışanlar, sık seferlerde heba olmaktan usanmış bıkkın görünüşlü muavinler, bir sevgilisine bir de sabah uykusuna (!) doyamamış otobüs şoförleri, iki muhabbet uydurup sigara dilenen yazıhane görevlileri. Nehire düşen bir tavuğu parçalarcasına saldıran timsahlar gibi dönerciler, kestane şekercileri. (Kurtulmanın tek yolu nereye gideceğini biliyormuşçasına kararlı adımlar, kendinden emin ve şuursuz bakışlar). Tuvaletçilerin etrafı pek takmayan diplomat tavırları, her terminalin olmazsa olmaz berberleri ve lostracıları. “Viyk viyk” öten ve dönen, hareket eden çin işi oyuncaklar. Dönmekten başı dönmüş, ne kadar sağlıklı olduğu kendinden meçhul dönerler. Karnı acıkan insanın adeta “yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan” dedirten ikilemi: “bitmeye yüz tutmuş döner satıldığına göre iyidir, ama azıcık kaldığı için acaba yaz günü saatlerdir orada dönmekten bozulmuş mudur?”. Satıcıların tavırlarından en az yalan söyleyeni bulma çabası.


Arka fonda osilasyona uğramış, boru gibi bir ses eşliğinde, acele ve özensiz söylendiği için yarısı yutulan sözler, anlaşılmayan anonslar.


Yorgun gözler, uzun süre yolculuk etmekten şişmiş ayaklar.


Değişik teoremler: “bir yerin uzaklığı her ne kadar sabit olmakla birlikte seyahat edilen otobüs firmasının köklü olmasının kareköküyle ilintili olarak değişir”. Değişmese bile yol = hız X zaman fiziksel formülünden sabit yol ve değişken hıza göre uzayan yolculuklar, söylenen yolcular. 5,5 saatte geldiğim Ankara – Bursa yolunu 7 saatte gelen bir otobüs gördüm. İçinden bir buzdolabı, bir çamaşır makinesi, bir fırın ve onlarca çuval dolusu eşya çıktı. İyi bile gelmiş.



Otobüsümün perona yanaşmasıyla uykuya özenle hazırladığım bedenimi koltuğa; terminali kendi yaşantısına bıraktım usulca.

Terminal hiç umursamadı, devam etti.