6 Ağustos 2010 Cuma

Bira Sayısı ve Getirdikleri / Götürdükleri



(ilk olarak 2003 yılında kaleme alınmıştır)

1

Birşey anlamazsın. Eğer yemeğin hemen üzerine içtiyseniz acaip şişirir. Bunu geçirmek için bir ikincisini içmek şarttır. Eğer yemekle birlikte içtiyseniz tadına doyum olmaz. Eğer bir barda içiyor iseniz adı "hoşgeldin birası" dır. Bar cok pahalı değil ve keyfiniz de yerinde, coşkuluysanız hızlı içilir, birim fiyatı pahalı olan bir bardaysa yavaş içildiğinden malt tadı daha iyi kavranır.

2

Yemekten hemen sonra içtiğiniz ikinci biraysa bir öncekinin şişkinliğini alır. Gece yatmadan önce içtiyseniz adı "uykuluk" olur. Eğer herhangi bir vasıtayla bir yerden bir yere giderken içtiyseniz adı "yolluk" olur. Eğer bir bara gidip de orada içiyorsanız bu sefer adı "iyi ki geldik birası" dır. Ders çalışıyorken içiyorsanız "zihnim açıldı" birasıdır. İkinci birayı içme sürenize göre, daha önce çok sıvı alıp almadığınıza göre, ortamın soğuk olup olmamasına göre ve en önemlisi bünyenize göre değişir ama ilk çiş bu aşamada gelir. Ortalama olarak insan ilk birasından ilk yudumu aldıktan takriben 55 dakika sonra işemek ister.

3

Bünyeniz dayanıksızsa ilk dil dolaşmaları bu birayla başlar. Gevşeme ve herşey tozpembe duygusu sarar insanı. Bayanların (eğer dayanıksızlarsa) bu birada etraftaki çakallara dikkat etmeleri menfaatleri icabıdır. Dayanıksız ama karizmalı erkeklerin de bu noktada karizmayı kestane gibi çizdirmeleri an meselesidir. Bira sevenler için en güzel 5 biranın başlangıcı bu biradır. "Uykuluk" tan sonra devam edenlerin birasıysa bu 3. bira, artık çok geçtir.
Dayanıksız veya gerçekten yorgun birisi için bu artık "sızma" birasıdır. İçiciler için ise durum daha tehlikelidir. Bu biradan sonra uyumadan vazgeçip genelde devam ederler.

4

Bu biranın başında normal bünyeli bir içici ikinci çişini yapar. Kalabalık bir barda içenler için bu biraya başlamadan önce bar tuvaleti kuyruğunda yer tutmaları tavsiye edilir.
Bu bira biraseverlerin "muhabbetin dibi yok" birasıdır ve asla sonuncu bira olamaz. Dayanıksız kategorisindekiler gaza gelip hala bu satırlara konu olmuş durumdalarsa onların 4. birasının adı "madara oldum" birasıdır. Çerez kabilinden ıvırzıvıra musallat olmak için en uygun biradır. Limonlu havuç ve salata lık hoş, çerez ve patlamış mısır boş ama guzeldir bu birada.

5

Bu bira kritiktir. Dayanıksızlar bu aşamaya genellikle gelemezler ve gelmemelidirler de...
Ancak eskaza geldilerse maalesef en yakın ve nispeten dayanıklı bir arkadasına o akşam yediklerini gösterme gibi bir işkence yapar ki tahmin edeceğiniz üzere bu onun son birasıdır. İçiciler için bu "bira beni etkilemiyor bile" birasıdır. Hakkatten de muhabbetseverlik dışında normal aktivitelerde hiçbir değişiklik yoktur. Genelde bu birayla birlikte herkesin aynı anda sigara pakedi biter. bundan sonra alınacak bir paket sigara sonraki içilecek muhtemel 4 biranın daha müjdecisidir.

6

Haftasonu aktiviteler için en güzel toplam bira sayısıdır. Neşeye neşe, alkole alkol katar. Bu biradan sonra plak, kaset veya CD dinlenilen "bizbize" bir ortamdaysanız bu bira "şarkıların başladığı bira" dır. Muhabbet edilemeyecek kadar gürültülü bir ortamda iseniz bu bira "oynatan bira" dır. Aşırı dayanıklı ve alkolikliğe yakınlar grubunda değilseniz bu birada bırakmak en güzelidir. Midenizin kazınmaya başladığı ve normal hayatta çayla-çorbayla fazla alakası olmayan birisiyseniz bile kurtadam misali başkalaşım geçirilip illaki bir çorbacıya gidilme arzusunun peydahlandığı bira yine bu biradır.

7

Bu bira orta dayanıklıların bile yavaş yavaş madara moduna yolaldığı evredir. Bira içme hızı oldukça yavaşlar. Genellikle şuursuz yudumlar şeklinde bira içilmeye başlanır. Erkeklerde sex yapma (ama ne pahasına olursa olsun) dürtüsü baş göstermeye başlar. Bu bira bir bar ortamı için "bütün kızlar güzel birası" dır. Dil çözülmüştür ve tutarlı bir muhabbet bu noktadan sonra saturasyona uğrar. İyi içiciler sınıfına mensuplar için ise güncel muhabbetlerin bitip "asker muhabbetleri" nin başladığı ilk biradır. Bu grup için biranın adı "bizde bi komutan vardı" birasıdır.

8

Bu birada orta içiciler de bizlere veda ederler. Atraksiyon becerilerine göre onları ya bir bayanla (genellikle ve hala aradaki farkı sezebiliyorsa) bardan çıkarken, ya bir kankisiyle birbirlerini vakum şeklinde öperken ya da koştura koştura çorbacıya giderken ya da barın önündeki midye dolmacıyla tepsiyi kapatma konusunda pazarlık yaparken görürsünüz. Bazı içiciler için bu bira anlaşılmadık bir cep telefonuna saldırma isteği uyandırır. Telefonumuza niçin kaydettiğimizi bilemediğimiz numaralar böyle günlerde kaydedilmiş veya aranmıştır.

...
...
...

13

Burası benim görebildiğim son nokta... Gözler şuursuzlaşır, kafa ve gövde bağımsızlığını ilan ederler ve farklı merkezlerden yönetilmeye başlanır.


15

Bu seviyeye gelenler için içmek nefes almak gibi bir aktivitedir. Bu tipteki içiciler ertesi günü yaklaşık 8 litre birayı sanki bir kovaya dökmüş gibi hiçbirşey olmadan kalkarlar ve hatta işlerine giderler. İyice abartanların birgün ara verdikten sonra başka bir atraksiyon gecesi planladıklarına rastlanılır. Güzel insan B.A.G. sıklıkla bu seviyelerde dolaşır.

...
...
...

26

Bu benim şahit olduğum başaltı rekor seviyesi olup Ö. tarafından performe edilmiştir. Sonsuz bir boşluk şeklinde biten gecenin ardı genelde bir sonraki gece yataktan kalkıp iki gun sonra anca ayılmakla devam eder. Ne kadar içildiği bilgisi ise ertesi iki gün sonra ayılınca acaba o gün ne halt yedim bir öğreneyim şeklinde gidilen aynı barın barmeni tarafından gösterilen çarpıların sayılması sonucu öğrenilir.

...
...
...

38

Bu benim şahit olduğum "başpehlivan" rekoru olup içkiciler padişahı eşsiz insan S. tarafından kırılmıştır. Böyle bir gün sonrası sosyal hayata geri dönebilme süresi en az bir haftadır. Sonuç bilgisi ise barmenin "abi senin için buzdolabında ayırdığım 50 bira vardı, yanındaki abi 12 tanesini içti, geriye kaç tane kalır sen hesapla" şeklindeki basit bir matematik sualiyle öğrenilir. Böyle bir seviye kesinlikle efsane olmaya namzettir.

31 Mayıs 2010 Pazartesi

Heysel'in üzerinden geçen 25 yıl..



29 Mayıs 1985.

Avrupa futbolunun en güzel organizasyonu Şampiyon Kulüpler Şampiyonası'nın finali.
Hani şimdilerde Şampiyonlar Ligi altında tam bir endüstri haline gelen kupaların kupası. Coşku dolu bir geceye tanık olacağımız sevinciyle televizyonun karşısında yerimi aldığımda henüz 10 yaşında bir çocuktum. Ancak o gün şahit olduklarım, futbola bakış açımı ebediyyen değiştirdi.

İngiliz holiganizminin doruklara ulaştığı o kanlı gün; maç öncesi olan olaylarla tarihe geçti. Her zamanki gibi içen ve sarhoş olan bir grup İngiliz holiganı İtalyan taraftarlara saldırdı ve kaçmak isteyen taraftarların yıkılan stat duvarının altında kalması sonucu o kanlı gecede 39 kişi hayatını kaybetti.

Bazı enstantaneler vardır ki, zihinlere kazınır ve gözünüzün önünden gitmez. Sahaya atlayan bir İngiliz taraftarının yerdeki devasa büyük taşı alıp İtalyan bir taraftara atması; tam başından vurarak öldürmesi aradan geçen 25 yıla rağmen hiç gözümün önünden gitmiyor. Ölüler büyümez. O hiç büyümeyecek kıvırcık saçlı İtalyan taraftar, basit ve zevkli bir oyunun karanlık yüzünü gösteren bir ikon, bir utanç abidesi olarak hafızalardan asla silinmeyecek. Bu faciaya ait birçok fotoğraf ve video görüntüsü var ama inanın paylaşmak içimden gelmiyor...

Ne gariptir ki onlarca kişinin öldüğü bu futbol katliamının olduğu gece, UEFA bu maçı ısrarla oynatmak istemiş ve bunu başarmıştır da. Olaydan etkilenen futbolcuların sahaya çıkmak istemeyişlerine, boş tribünlere ve gece yarısını aşmış saate rağmen ısrarla oynatılan bu maç ne kazananı sevindirmiş ne de kaybedeni hüzünlendirmişti. Maçın penaltıdan atılan tek golünün sahibi Platini, yıllar sonra UEFA Başkanı olarak 25 yıl sonraki anma töreninde hala o gecenin trajedisini ilk günkü gibi yaşıyor gibiydi.

Tarihe Heysel Faciası olarak geçen bu dönüm noktası maç, holiganizmle mücadelede ise yeni bir başlangıç oldu. İngiliz takımları 5 er yıl, Liverpool ise 8 yıl herhangi bir Avrupa Kupası müsabakasından men edildiler. Stadın ismi ise; o karanlık geceyi unutmak istercesine "Kral Baudouin" stadı olarak değiştirildi.

1 Nisan 2010 Perşembe

ERKİN KORAY'la yaşamak..

İlk Yayınlanma Tarihi : 20 Haziran 2009


Dünyaya çok nadir gelen insanlar vardır. Her insanın mevcudiyeti zaten başlı başına bir mucizeyken, herkes milyonlarca kişinin koştuğu bir maratonun galibi olarak hayata merhaba demiş iken, bu insanlar mucizeyi öteye taşırlar ve efsaneleşirler. Erkin Koray, halkının ona verdiği isimle Erkin Baba işte böyle bir insandır.

Zamanın yaşanan kısmına değil de ilerisine, ötesine taşabilen kaç kişi vardır? Bu, Erkin Baba için klişe bir yakıştırmadır ama öylesine gerçektir ki..


80'li yılların sonlarına doğru tanıdım Erkin Koray'ı. 60' lı yıllarda yaptıklarıyla 80'lerin karanlık müzik koridorlarını çoktan aydınlatmıştı bile Erkin Koray. Bir süre ayrı yaşadığı memleketine "Hay Yam Yam" albümüyle dönen Erkin Koray, bana "altın değilsin ki seni gömüp çıkarsınlar" diyordu. Anı yaşamaya dair çok kuvvetli bir manifestoydu bu. Sonra acımasızca soruyordu: "sen ne yapmak istiyorsun Allah aşkına?".




Dayımın İzmir Fuarı'na gidebilmek için bir kısmını satarak harcadığı hazinenin son akçelerinde buldum plaklarını Erkin Koray'ın. Dinlediğim her 45'lik sanki o ana kadar ruhumda karşılığını bulamamış bir boşluğu dolduruyordu. Her keşfedilen şarkı, sanki hep içimizden geçip de kelimelere dökemediğimiz, utanıp da söyleyemediğimiz duyguları, özlemleri dile getiriyor; kendimizi tanımamıza, yaşadığımız dünyayı sorgulamamıza ve yaşamı bir kat daha sevmemize yol açıyordu.

Şu an 2009 yılına dönüp de Erkin Koray nasıl bir müzik yapar diye sorduğumda buna net ve doyurucu bir yanıt veremiyorum. Rock'n Roll öğeleri içeren, tamamen öze dönük, Türkçe, psychedelic (sanki bir sanrı görüyormuşcasına), kopyası olmayan, son derece özgün, enstrümanı batıya yüreği doğuya açık bir müzik: Erkin Koray müziği..

Dinamik, icatçı, yenilikçi ve baştan savma olmayan; bir o kadar gerçek ve samimi sözler, ezgiler ve duygular.


Erkin Koray ile aynı zaman diliminde yaşamak, ancak yarı ömür dilimi kadar faz farkıyla dünyaya gelmek, insanda değişik duygular uyandırıyor. Rengarenk bir gökkuşağını yakalamış olmak kadar heyecan; ancak birkaç dakika sonra kaybolacağını düşünmek kadar endişe verici bir duygu...

Bana göre;
"sevince" yi dinlemeyenin yüreğinde kelebekler kanat çırpmamıştır,
"çöpçüler" i, "fesuphanallah" ı dinlemeyen hiç sitem etmemiştir,
"seni her gördüğümde" demeyen hiç söz vermemiştir,
"sarhoş gibiyim" i dinlemeyen ayrılık acısını gönül tasından hiç içmemiştir,
"hay yam yam" ı "hayat katarı" nı dinlemeyen hiç hayatı sorgulamamıştır,
"sayın arkadaşım Osman" ı dinlemeyen hiç öğüt almamıştır,
"Cemalim" i "Halimem" i dinlemeyen elektronik türküyle hiç tanışmamıştır,
"öyle bir geçer zaman ki", "akrebin gözleri" ve "tik tak" ı dinlemeyen hayatın an be an elimizden kayıp gitmekte olduğunu hiç kavrayamamıştır,
"mor yoğurt görmeyen" her ne kadar anladım dese de bu hayattan hiçbir şey anlayamamıştır,
"öfke" yi dinlemeyen içindeki gerçek öfkeyi de hiç dinlememiş demektir,
"mesafeler" i dinlemeyen zamanın uçurumları arasında hiç koşar adım mesafe katetmemiştir,
"yağmur" u dinlemeyen hiç cama vuran damlalarla harap olmamıştır,
"razıyım" ı dinlemeyen yalnızca bir güleryüze hiç razı olmamıştır,
"tamam artık" ı dinlemeyen hiç kendine kızmamıştır,
"karlı dağlar" ı dinlemeyen hiç çaresiz kalmamıştır,
"arap saçı" nı dinlemeyenin hayatı hiç çözülmeyecek kadar karışmamıştır,
"yolcu yolunda gerek" demeyen, hiç sevgiliyi severken terketmek zorunda kalmamıştır,
"dost acı söylermiş" i dinlemeyen hayatında hiç dobra olmamıştır,
"krallar" ı dinlemeyenin yüreği hiç coşkuyla kabarmamıştır,

...Ve
"çetin ceviz" i dinlemeyen, doğu - batı sentezi bu kadar uyumlu nasıl yapılırmış hiç şahit olmamıştır.

Sevgili Erkin Baba;
Sana müzik, sanat ve gurur dolu uzun bir ömür diliyorum.

Sevgi ve Saygılarımla,


Bir İzmir Hatırası / Mayıs - 1992

Efes World Cup 8: Türkiye – Hırvatistan

İlk Yayınlanma Tarihi: 27 Ağustos 2009



Bu yıl sekizincisi düzenlenen Efes World Cup Ankara’da başladı. Almanya, Büyük Britanya, Makedonya, Hırvatistan, Letonya ve ev sahibi olarak Türkiye’nin katıldığı turnuvaya kötü bir başlangıç yaptık. Dişimize göre tek rakip olan Hırvatistan’a aynı şampiyonanın geçen seneki ayağındaki gibi yine yenildik.

Hırvatistan her zaman olduğu gibi Avrupa basketbolunda söz sahibi, güçlü ve disiplinli takım hüviyetinde çıktığı maçı almasını bildi. Özellikle ilk çeyrekteki kötü savunmamız, daha baştan koparabileceğimiz maça Hırvatistan’ı ortak etti ve periyotları hep geride kapadık. Maçın teknik analizini bir kenara bırakıp göze takılan noktaları ve maçın kırılma noktalarını konuşalım. Türkiye, dış şutlara bağımlı, fast-break yapamayan ve set hücumunda içeriden oynayamayan geleneksel oyununu kırmış bir görüntü sergiledi. Oğuz Savaş ve özellikle Semih Erden ile çok güzel sayılar bulduk. Ancak bu sefer de bir başka kriz baş gösterdi. İyi savunmacı ve reboundcularımız var, iyi oyun kurucularımız var ama korkmadan ve kendine boş alan yaratarak şut çekecek şutörlerimiz yoktu. Ömer Onan tüm iyi niyetine rağmen bu açığımızı kapatamadı. Hidayet Türkoğlu ise sıkı markaj altında çok fazla şut imkanı bulamadı, buldukları ise zorlama atışlardı. Ersan ve Sinan’da skoru değiştirecek şutları bulamadılar.

Bu tür turnuvalarda maçların kırılma noktaları oluyor ve bu fırsatları iyi değerlendirmek gerekiyor. Dün gördük ki, Milli Takımımızın faul yüzdesi yine başımıza dert açacak gibi. Ömer Aşık’ın aynı dakika içerisinde ve 54 – 51 öndeyken kaçırdığı 3 faul atışı belki de oyunun kaderini değiştirdi, Hırvatistan’ın kırılmak üzere olan direncini yeniden güçlendirdi.
Hırvatistan’ın hücum süresinin dolmasına iki saniye kala aldığı mola sonrası yediğimiz akıl almaz basket bu maçın elimizden kayıp gideceğinin kötü habercisi gibiydi. Kerem Tunçeri oyun kurduğu zaman oynadığımız hızlı basketbola ihtiyacımız var. Engin Atsür çok iyi bir oyun kurucu ancak oyunu sete yerleştirmeye çok meyilli. Dün bana göre bekleneni veremeyen oyunculardan biri de Barış Hersek’ti. Pota altında yeterince etkili olamadığını düşünüyorum.
İyi yapılan şeyler yok muydu? Vardı: Özellikle üçüncü periyodun ortasından itibaren yaptığımız iyi savunma birçok kereler Hırvatistan’ın hücum süresi içerisinde şut kullanamamasına sebep oldu.

Türkiye Basketbol Federasyonu, 2010 Dünya Basketbol Şampiyonası’na ev sahipliği yapacak Türkiye, bu tür her organizasyonun bir sınav niteliğinde olduğu bilinciyle hareket etmeli. Maçların oynandığı Atatürk Kapalı Spor Salonu izlediğim en kötü salonlardan biriydi. Garip mimarisi, daracık ve tek bir yerden geçiş imkanı veren merdivenleri, oturma bloklarının tabelalarının asılmadığı için oturacağınız yeri bir türlü bulamadığınız kapıları (içeride tabelalar var ancak her seferinde bir kapıdan girip burası mı diye kontrol etmeniz gerekiyor) ile bu tür bir organizasyon için kesinlikle yeterli değildi. Oturma yerleri ile ilgili kaos yaşandı dün. Biletlerinde yazan oturma bloklarına göre oturmayan izleyiciler, biletlerdeki oturma gruplarını kontrol etmeyen, tanıdıkları için yer tutan izleyicilerle biletli ve vaktinde salona gelmiş izleyicilerin arasındaki haksız duruma müdahale etmeyen sözde görevliler seyir zevkini olumsuz yönde etkiledi. Bir kabul edilemez aksaklık da ulaşım ile ilgili. Bir ay öncesinden asılan ilanlarla bu organizasyonun olacağı belliyken, bilet satışlarından 4500 kişilik stadın tamamen dolacağı belli iken maç çıkışı izleyicilerin evlerine geri dönecek dolmuş ve otobüsleri bulamaması Ankara gibi bir başkente hiç yakışmadı. O zaman insan düşünüyor: Bunun neresi organizasyon?

Bugün (27.08.2009) Almanya maçımız var. Millilerimiz için yine önemli bir sınav. Maçın skorundan çok oynayacağımız basketbolu merak ediyorum. Umarım dünkü Hırvatistan maçını iyi analiz edip, hatalarımızdan ders çıkarıp, eksiklerimizi tamamlamışızdır.

Blanka Vlašić

İlk Yayınlanma Tarihi: 21 Ağustos 2009





Yüksek atlama atletizmin belki de en çok kişisel beceri gerektiren spor dallarından birisi. Her ne kadar belli bir tekniği olsa da; herkes eline ciriti alsa belli bir uzaklığa atabilir, mesafe koşularını yapabilir ancak yüksek atlama teknik gerektiren ve çok uğraşılar sonucu geliştirilebilen bir spor. Bu yüzdendir ki, gerek bayanlarda gerekse erkeklerde yüksek atlama her zaman en seyrine doyum olmayan yarışmalara sahne oluyor.

Ne yalan soyleyeyim, bayan yüksek atlama bana daha çok keyif veriyor. Bunun iki sebebi var. Bir kere uzun boylu, ince fizikli, güzel bayanların atlayışlarını izlemek çok daha estetik. Ama en önemli sebebi, bu dalın son yıllarda çok kuvvetli ve musabık sporculara sahip olması. Hırvat Blanka Vlašić, Alman Arienne Friedrich, Rus Anna Chicherova ve (şimdilerde aktif sporu bırakan) Belçikalı Tia Hellebaut her şampiyonada çok sürprizli yarışlar izletiyorlar bizlere.

Hırvat Vlašić 2006 sonundan itibaren üst üste girdiği 33 yarışmadan birinci olarak ayrıldıktan sonra en önemli yarışta, Pekin Olimpiyatları'nda 2.05'i geçmesine rağmen aynı yüksekliği ilk hakkında geçen Hellebaut'a geçildi ve olimpiyat şampiyonu olamadı.Berlin 2009 Atletizm Şampiyonası'nda ise, olimpiyat şampiyonu olduktan sonra stadyumlara veda eden Hellebaut'un yokluğunda Vlašić, Chicherova, Friedrich, Di Martino çok formdaydı ve bize yine unutulmaz bir final sundular. 1.87'den itibaren tüm yükseklikleri deneyen ve ilk hakkında geçen Vlašić, bazı yükseklikleri pas geçerek kayıpsız ilerleyen ve kendi seyircisi önünde yarışan Friedrich ilk iki sırayı alacak gibi görünürken çıta 2.02' ye çıktığında işler değişti. O ana kadar ilk haklarında yükseklikleri geçen bu ikili bu yüksekliği ilk haklarında geçemediler. Ama geçen biri vardı: Chicherova.Şimdi artık hem 2.02'yi geçmek gerekiyordu hem de bir sonraki yükseklik olan 2.04'ü.

Vlašić ikinci hakkında başarılı olunca, 3 hakkında da başarılı olamayan Chicherova ikinci sıradayken finale veda etti. Friedrich kendi seyircisi önünde büyük bir risk aldı ve 2.04'deki son hakkını pas geçerek 2.06'yı denedi ama başarılı olamayınca şampiyonaya bronz madalya ile veda etti. Dünya şampiyonluğunu garantileyen Vlašić, 1987'de Bulgar Stefka Kostadinova tarafından 2.09 ile kırılan 22 yıllık rekoru kırmak için çıtayı 2.10'a çıkarttı. Yarışma anı her ne kadar acımasız çekişmeye sahne olsa da, sporcular arasındaki dostluk görülmeye değerdi. Üçüncü olan ve atlayışlarında mutlak sessizlik isteyen Alman Friedrich, tempo tutulduğu zaman konsantre olabilen Vlašić'e dünya rekoru denemesi için tempo tutuyor ve tribünleri de ateşliyordu. Vlašić gözleriyle biraz sonra yapacağı rekor denemesinin her adımını hayalinde tasarlıyor ve engeli önce zihninde geçmeye çalışıyordu. İlk denemesi kılpayı başarısız oldu, diğer iki denemesi ise rekordan uzaktı. Tabii ki, şampiyonluğu garantilemiş bir sporcunun iki dakika öncesine kadar şampiyona stresini sonuna kadar yaşamasının ardından konsantre olması çok kolay değildi.

Şampiyonanın en çarpıcı yüksek atlamacılarından birisi de İtalyan Antoniette Di Martino'ydu. 185'in, 1.90'ın üzerindeki yüksek atlamacılara nazaran 1.69'luk kısa boyuyla mücadele vermeye çalışan atlet yarışmada 1.99'da kalarak 4 ncu oldu ancak kariyerindeki 2.03'luk en iyi atlayış ile aslında kendi çapında bir rekoru elinde tutuyor: Kendi boyunun 34 cm yükseğini geçebilen tek atlet olma rekorunu.Anlaşılan o ki, bayanlar yüksek atlama önümüzdeki yıllarda da süper yarışmalarla atletizm severlerin gönlüne taht kuracak.

19.19s... 19.19s... 19.19s...

İlk Yayınlanma Tarihi: 21 Ağustos 2009


Hayal mi, rüya mı, biri bizi çimdiklesin!

İki sene öncesine kadar 19.32 lik Michael Johnson'a ait 200m dünya rekoruna birileri bırakın kırmayı yaklaşacak desek inanmazdık. Çünkü 20 saniyenin altında koşabilen çok az atlet vardı. Ama Usain Bolt adındaki, alışılagelmiş sprinter kalıplarının çok ötesinde, uzun atlet kısa mesafe (sprint) koşularının tarihini değiştirdi. Önce 2008 Pekin Olimpiyatları'nda 9.69 100m ve 19.30' luk müthiş 200m rekorlarıyla; şimdi de Berlin 2009 Dünya Atletizm Şampiyonası'nda 9.58'lik rüya gibi 100m ve 19.19'luk inanılması zor 200m rekorlarıyla.



Yarışla ilgili Almanlar eminim ki önümüzdeki günlerde çok doyurucu istatistikler yayınlayacaklar ve atletizm yorumcuları da bu bilimsel verileri kullanarak çok güzel yazılar yazacaklar. Kimisi koşu boyunca attığı adımları sayıp ortalama bir adımının kaç metre geldiğini hesaplayacak, kimisi takozlardan çıkarkenki reaksiyon zamanını tartışacak, kimisi saatteki hızını km cinsinden hesaplayıp bilinen şehirlerarası bir mesafeyi kaç saatte gidebileceğinden dem vuracak, kimisi de 60.000$ şampiyona birinciliği ödülü ve 100.000$'lık rekor başına verilen ödülü toplayıp yarışma mesafesine bölüp Bolt'un adım başına veya koştuğu saniye başına ne kadar para kazanacağı konusunda gevezelik edecek. Ama şimdi biraz duralım ve bu insanlığı yücelten rekorların tadını çıkartalım.

Şimdi herkes, iki sene öncesine kadar hayal etmeye çekindiğimiz rekorların Bolt tarafından her seferinde daha inanılmaz derecelerle kırılmasını bekleyecek. Bu atletizm tarihinde çığır açan anlara tanıklık edebildiğim için kendimi ne kadar şanslı hissediyorum. Yıllarca 100m rekorunun 9.91 den 9.83 e, oradan 9.79 a salise salise kırılmasını büyük bir coşkuyla karşılarken şimdi 9.71 koşan bir sprinter yarışmada ancak ikinci olabiliyor. Ne müthiş!...

Usain Bolt'un insanları kendisine bağımlı eden bir başka özelliğine dikkat çekmek istiyorum şimdi de. Berlin Dünya Şampiyonası'nda Bolt'un ne kadar insancıl ve sempatik birisi olduğuna birkez daha şahit olduk. Kendine çok güvenen, kendisinin 1 numara olduğunu kameralara dile getiren Bolt rakipleriyle öyle güzel şakalaşıyordu ki. Bolt'u kah ısınma sahasında yalandan ağır çekim koşuyormuşcasına kameralara poz verirken, kah en yakın rakibi Spearmon'a hayali bir yumruk atıyormuş gibi oyun yaparken yakaladık. Dünya rekoru tabelası önünde rekoru eliyle işaret ederkenki klasik pozlarını, kendisine özel, gökyüzünü işaret eden hareketini çekmek isteyen foto muhabirlerini kırmayarak defalarca aynı pozu vermesini, kendisiyle röportaj yapmak isteyen basın mensuplarını kırmayarak hepsine olumlu yaklaşıp röportaj vermesini, ellerini sıkmasını çok güzel duygularla izledik.

Üzerine kendi eliyle çizdiği "ich bin ein Berlino" (ben de bir Berlino'yum) yazısıyla tarihe bir gönderme yaptı. Amerikan başkanı Kennedy Almanya henüz birleşmemişken Batı Almanya'ya gelmiş ve "ich bin ein Berliner" (Ben de bir Berlin'liyim) demişti. Usain Bolt, aynı sözü Atletizm Şampiyonası'nın sevimli maskotu Berlino için uyarladı. Berlin seyircisine yaptığı bu jest ile de hem gönüllere taht kurdu, hem de tarih bilgisi ve zekasıyla da çok yönlü bir insan olduğunu gösterdi.

Bu sempatik, güçlü, rekortmen ve daha çok genç sprinteri daha uzun yıllar boyu izlemek ve yeni dünya rekorlarına şahit olmak istiyoruz.

ZAMANsız şarkılar..

İlk Yayınlanma Tarihi: 31 Temmuz 2009




Kimi zaman geçmek bilmeyen, uzadıkça uzayan, eziyet eden, her dakikası bir ömür tüketen; kimi zaman göz açıp kapayıncaya kadar çabuk, farkına varmadan, keşke ve eyvahlarla geçen zaman.


Hani saniye, dakika, saat, gün, hafta, ay, yıl, asır gibi herkesçe malum birimlerle ölçüldüğünü bilmesek değişken olduğuna yemin edebileceğimiz, ama bu duyguyu oluşturanın algılamamız olduğunu bal gibi bildiğimiz zaman.


Hani şu çocukken bir an önce büyümek için can attığımız, özgürlüklere kavuşturacağını, yasaklardan kurtaracağını sandığımız için çabuk geçmesini dilediğimiz; orta yaşa geldiğimizde ise bizi “nostalji” kavramıyla tanıştıran, nedense hayatımızda başımıza gelebilecek her güzel şeyin eskide kaldığını, yaşanmamış günlere fazla umut bırakmadığını düşündüğümüz zaman.


Örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama geldiğimiz nokta sanırım hep aynı. Formül şu: “yaşam deneyimi ile yaşanılan zamanın kıymetini farkına varma, zamanla ters orantılı”. :)

Keşke bu orantısızlığın kefelerinden birisinde bulunan “yaşam deneyimi” “yaşam bilgisi” olsaydı da bu farkındalığa çocuk yaşta erebilseydik. Ama bu mümkün değil. Oysaki ilkokul ikinci sınıftan beri “yaşam bilgisi” dersi alıyoruz.




Dikkat ettim de zaman ile ilgili ne kadar çok şarkı var bizi saran.


Sezen Aksu öfkemizi soğutmak için “zaman sadece birazcık zaman, geçici bu öfke, bu hırs, bu intikam” demiş.


Erkin Koray neler dememiş ki…

“Zaman zaman ağlarım

Anladım ki boşa yanarım

Bir iltifat, bir gülüşe

Bir olmadık söze kanarım

Yazık olmuş, güller solmuş

Koklamakta çok geç kalmışım…”


“Öyle bir geçer zaman ki

Dediğim aynıyla vaki

Birden dursun istersin

Seneler olunca mazi

Öyle bir geçer zaman ki…”


“Akrebin gözleri zaman böyle geçerken

Bekleme boşuna, bekleme beni

Bir yerlerden gelip bir de giderken

Var olmak yok olmak ne fark eder ki?...”


İlhan İrem ne buyurmuş:

“İşte hayat yine akıp gidiyor

İşte hayat sensiz de yaşanıyor

İşte hayat böyledir deniyor

Zaman her şeyi siliyor / silmiyor / siliyor / silmiyor ?”


Ve Barış Manço (A.R.E.)

“Zaman akmıyor sanki saatler durmuş bugün

Sonsuz yalnızlığımda bir tek sen varsın bugün “


Ve Cem Karaca (A.R.E.)

“Durdu zaman durdu dünya girdi içeri kapıdan

Öylece bakakaldım gözümü ayırmadan”


Ve Fikret Kızılok (A.R.E.)

“Zaman zaman, zaman zaman ah o zaman”


Öyleyse Nejat Yavaşoğulları’nın da dediği gibi “dolu dolu yaşamak gerek, yarın yok ki?...”.


Dedim EVET.

EVET, EVET…